Selamlık
Sofanın hemen sağından geniş bir odaya geçiliyordu. Haremliğin devamı olarak. Bu odanın camları ile eve girerken gördüğümüz eyvana bakıyordu. Mutfağın sol tarafında kalan küçük bir bölme (ya da anamın tabiri ile gömme) vardı. Yanında dedem ve evin diğer erkeklerinin oturduğu, erkek konukların ağırlandığı(selamlık) kısmına çıkan merdivenler duruyordu. O bölme belki de ilk zamanlarda yüklük olarak kullanılıyordu ama Asım Dayım okula gitmeye başlayınca özellikle bir çalışma köşesi haline getirilerek bir de masası şeklinde raf ilavesiyle küçük ama kullanışlı bir şekle büründürülmüştü. Asım dayım, Türkiye’de geçen bütün öğrencilik hayatı boyunca bu bölümü kullanmış, ders çalışmış hatta kendi harçlığını çıkartmak adına sınıf arkadaşlarına özel dersler vermişti. Dayımı çok fazla görmemiştim o güne kadar. Biz doğduğumuzda o hep yurt dışında bir yerlerde idi. Ya İsviçre’de ya Amerika’da idi. Anama gönderdiği kartlar ve fotoğraflardan tanıyorduk onu.
Dedemin oturduğu bölüme (selamlığa) çıkan merdiveninden üst kata çıktığımızda geniş bir odaya giriliyordu. Boydan boya halı kaplı idi. Duvar kenarlarına yere ve duvara denk gelecek şekilde minderler dizilmişti. Yerde oturanların rahat etmelerini sağlıyordu bu minderler. (Anamın “Ankara’dan Abim Geldi” anısını işte burada dinlemiştim. Sanki yıllar sonra rahmetli abisini yine orada oturmuş olarak, kendini de o çocuk haliyle abisinin dizinin dibindeki halini anımsıyordu) ) Odanın tam ortasında sarı bir mangal vardı. Büyüklüğü beni çok şaşırtmıştı mangalın. Bugün düşünüyorum da kocaman odayı ancak o mangal ısıtırdı. Odanın iki tarafında iki tür pençe dikkatimi çekmişti. Bir tarafta evin iç bahçesine bakan pencereler alışılagelmiş bir şekilde dururken diğer taraftaki sokağa banan pençelere sanki kalın bir duvarın içine gömülerek duvarın dışına doğru itilmiş gibiydi. Pencerenin iç tarafı bir kişinin rahatlıkla oturabileceği kadar derinliğe sahipti. Bana çok ilginç gelen bu penceren baktığımda gördüğüm manzara eve gelirken gördüklerimden farklı idi. Karşımda daha sonra anamdan hikayelerini dinlediğim hamam ve onun solunda dedemin çok emeği geçtiğini anlattıkları Tahtalı Minare duruyordu.
Ben ikinci katın penceresinden Tahtalı Minare’yi ve hamamı görüyordum ama peki benim bulunduğum odanın alt katında ne vardı acaba? Çocuk aklım ile yürüttüğüm meraklı sorulara cevap bulmam için birkaç yıl beklemem gerekecekti.
O günden sonra zaman zaman o eve gittiğimi hatırlıyorum en son gidiş tarihimi ay ve gün olarak hatırlamıyorum ama yanımda her iki dayımın da çocukları vardı. Asım dayımın oğlu; “o şimdi Alaska’da Mounth Logan tepelerinde çığ altında ebedi istirahatgâhında uyuyor) Turan, arkadaşı ile Türkiye’ye gelmişti onu, babasının doğduğu eve götürdüğümüz gün o eve son ziyaretim olduğunu bilmiyordum.
Dediğim gibi o eve Anamla zaman zaman gider olduk. Yolumuz çok belli idi. Kanal boyundaki evimizden oraya yürüyerek yaklaşık yarım saatte ulaşıyorduk. Yol boyunca bana en ilginç gelen yer ise İstasyon caddesi üzerindeki, cezaevi idi. Tel örgüler arkasında tek katlı sarı bir binaydı. Caddeye bakan küçük bir penceresi vardı. Hüzün, merak ve korkuyla bakardım o pencereye belki bir mahkûm görürdüm. Cezaevini geçtikten hemen sonra beni anamın doğduğu eve götürecek o dar sokağa sapardım. Aklımda hep Kemal Tahir’in “Karılar Koğuşu” kitabı.