Satranç, Hayat ve El Satranç, Hayat ve El
Hepimizin çok yakından tanıdığı bir oyun vardır. Satranç. Satrancın oyun hayatımıza girişi ile ilgili ilginç öyküyü Merak ediyorsanız Sema Soykan’ın büyük bir araştırmaya dayanan, kaynak değerindeki ÖTEKİ ŞEYLERİN TARİHİ adlı kitabını şiddetle öneririm. Ya da satrancın diyalektikteki gizemini, siyah ile beyazın, bir başka deyişle ünlü şampiyon Mirko ile Dr. B’nin bir oyun tahtası üzerinde tasarlanmış kavgasını merak ediyorsanız Stefan Zweig’in Satranç kitabı sizi yepyeni bir dünyaya taşıyabilir. Ancak benim derdim başka. Satranç tahtasına ilk baktığımda gördüğüm, iki farklı renge, siyah ve beyaza yüklediğimiz anlam geliyor. Sonra şairin renkler şiirinin son iki mısraına takılıyor aklım.
Temizlemek istedik siyahı, Üzerinde beyaz lekeler bıraktık.
Satrancı bir oyun olarak gördüğünüzde; siyah ve beyaz karelere bölünmüş bir tahta üzerine dizilmiş oyun taşları ve bu taşların görevlerine yüklenen hareket yetkileri ile tanımlanmış bir kurallar bütünüdür diyebiliriz. Bu taşların görevlerine baktığımızda iki sıra halinde oyun tahtasında yer alırlar. Ön sıraya dizilenlerine “Piyon” deniyor ve arka sıraya dizilenlerine ise sırasıyla; en ortadakine “Şah”, hemen yanındakine “Vezir”, sonra “Fil” ve sırasıyla diğerleri geliyor. Dizilim bittikten sonra ise oyun başlıyor. İlk hamleyi kim yaparsa yapsın önce piyon oyuna sokuluyor genelde….. Yani aslında hayat başlıyor. Satranç, bir tahta üzerinde tasarlanmış hayatın tam da kendisidir aslında. İki rakip arasında süren bir var olma savaşıdır. Kim daha zeki, kim daha iyi stratejist, kim daha iyi plancı, kim daha iyi rakibinin hareketlerini okuyabiliyorsa, kim daha iyi öngörü geliştiriyorsa oyunu o kazanıyor. Sonra ne mi oluyor? Kazanan bir başka masada yeni tasarladığı hamleleri bir başka rakibi üzerinde deneyerek egemenliğini sürdürmeye devam ediyor. Kaybeden ise yeni bir egemenlik hayali ile taşlarını yeniden tahta üzerine dizerek kendisinden daha zayıf olmasını umduğu bir başka rakibini masaya çekmeye çalışıyor. Tarih boyunca devletler arasındaki ilişkiler de bu şekilde sürdürülmüştür işte. Önceleri askeri, daha sonraları ekonomik, şimdilerde ise teknolojik ve ekonomik üstünlüğü elinde bulunduran ülkeler egemen güç olmanın peşinde koşarak satranç tahtası üzerindeki taşları yeniden kurguluyorlar. Dikkat!!! Kurguluyorlar dedim. Yani satranç tahtasında görevini tamamlamış olan şahları da vuruyorlar. Çünkü şahların etrafında bulunan kaleler yıkılmış oyunuz izleyen, destekleyen ve tezahürat yapan izleyiciler oyunda bir heyecan kalmadığını fark etmişlerdir. Yeni bir masa arayışına geçen izleyiciye heyecan ve umut gerekmektedir. Şah, kendisini masaya süren elin kendisini kontrol ettiğini unutmuş, şah olduğuna inanmaya başlamıştır artık. Yıllar önce büyük usta Ferhan Şensoy bu mesajı sahneye koyduğu oyunuyla da anlatmıştı. “ŞAHLARI DA VURURLAR” Demem o ki kim olursanız olun eğer satranç tahtasında şah bile olsanız günün birinde bir piyonun hamlesi ile bile yıkılabilirsiniz. O nedenle bırakın satranç tahtasında “ŞAH” olma hayallerini. O oyunda hamleleri yapan el olunuz. Oyunu kazanan şah değil eldir çünkü. Tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün yüz yıl önce yaptığı gibi. Misakı Milli sınırlarını satranç tahtasına çeviren ve üzerine Yunan, İtalyan, Fransa, Rusya ile taşlarını dizmeye çalışan elleri fark etti. Masaya koydukları şahın anlamını da çok iyi gördü. Amasya, Erzurum ve son olarak da Sivas’ta anlatmaya çalıştı oynanan oyunu. Bu oyunu kurgulayan ellerin oyuncağı olmayacağını “Ya İstiklal Ya Ölüm” diyerek son noktayı koydu. O el oldu ve gençlere el verdi. El olunuz oyunu siz kurunuz. Bunun da yolu bilim ve üretimden geçer. Geçmişin zafer naralarıyla övünenler değil, hatalarından ders alanlar geleceği tasarlarlar. Tıpkı satranç tahtasındaki yenilgisinden ders alan el gibi.
Bayram tadında günler dilerim. |
391 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |